Moby Dick’in Peşinde (Kısa Hikaye - Tek Bölümlük)

Resim alıntıdır.


Moby Dick’in Peşinde 

Küçükken en büyük hayalim büyük maceralar yaşamaktı. Bu tutkum yüzünden kendimi de, ailemi de pek çok kez zor durumda bırakmışımdır. Dedemlerin oturduğu eski mahallede tavuklar gezerdi; birini gördüm mü mutlaka peşine takılır, dizime kadar tezeğe batardım mesela. Anneannemin dolap anahtarlarının gizli kapıları açtığına inanır, ona her gidişimizde bir tanesini alır ve muhakkak kaybederdim. Annemin değerli takılarını alıp daha sonra bulmak üzere parklara gömer, hazine haritaları yapardım. Ben o haritaları takip edip defineye ulaşana kadar başkaları çoktan alıp götürürdü tabii. Çoğu zaman arkadaşlarımı da kendime uydururdum. İstisnasız her seferinde başımız belaya girer, en çok azarı da ben yerdim. Hem kendi ailemden hem de arkadaşlarımın ailelerinden...

Maceralarıma -ya da annemlerin deyişiyle haşarılıklarıma- ses etmeyen tek kişi dedemdi. Ses etmemekle kalmaz, desteklerdi bu tutkumu. Bana karşı sonsuz sabırlı ve anlayışlıydı. Sokak kedilerini gizlice eve getirdiğim için beni azarlayan anneanneme "Kızma benim kara kızıma." diye çıkışır; annem altın kolyelerinin kaybolduğunu fark edip bağırmaya başlayınca "Yapmaz bir daha annesi." deyip bıyık altından gülümserdi. Onlar gidince de saçlarımı okşar, cebinden en sevdiğim çikolatayı çıkarıp uzatırdı. Zaman zaman ufak kabahatlerimde bana eşlik ettiği bile olmuştur. O benim sadece dedem değil; kimi zaman maceralarımın eşlikçisi ve suç ortağımdı. Daimi olarak da koruyucum ve en iyi arkadaşım...

Bana bu kadar yüz vermesinin sebebini çok sonra öğrendim. Bir gün anneannemle annem mutfakta fısır fısır konuşuyorlardı. Annem dedemle aramızdaki bağın onu çok şaşırttığını söyleyince; anneannem "Sizinle yeterince ilgilenemediği için duyduğu vicdan azabını torunuyla ilgilenerek gideriyor." demişti. O cümle hiç çıkmaz aklımdan.

Meğer dedem annem ile dayım küçükken işi dolayısıyla pek evde olmuyormuş, onların çocukluklarının büyük kısmını kaçırmış. Laf eski günlerden açılınca anneannem bu konuda bolca sitem eder hala.  

"Bir sefere çıkar, aylarca dönmezdi. Haber de alamazdım. Önce karnım burnumda sonra çocuklar kucağımda az yollarını gözlemedim. Oğlanın doğumunu bile kaçırdı. İlk kez kucağına aldığında bir aylık olmuştu. Bu çocukları tek başıma büyüttüm ben." diye söylenir durur.

Hikâyeyi dedemin tarafından da dinleyen az sayıda kişiden biriydim.

Çok okuyan, çok hayal kuran maceraperest bir gençmiş dedem. Babasının ona dayattığı monoton hayattan kaçmak, denizlere açılmak istiyormuş. Dayanıklı ve güçlü bir adam olduğundan gemilerde iş bulmakta hiç zorlanmamış. İlk birkaç yıl, kendi deyimiyle 'başıboş tekneler gibi' sürüklenip durmuş. Kâh açık denizlerde, kâh çeşitli ülkelerin karasularındaymış. Demir attıklarında da o liman senin bu liman benim gezmiş. Bir sürü macera yaşamış. Bununla birlikte başından ilginç ufak tefek olaylar da geçmiş tabii. Buzdolabı gören, kot pantolon giyen ilk Türklerdenmiş mesela. Çok eğlendiği günler de olmuş, bir somun ekmek bulamayıp aç kaldığı günler de... 

Bir gün demir attıkları sahil kasabalarından birinde anneannemi görmüş. Birbirlerine taban tabana zıt olmalarına rağmen ilk görüşte aşık olmuşlar. 

"Aşık olunmayacak gibi değildi ki. Yerinde duramayan, ele avuca sığmaz bir adamdı. Bir de çok yakışıklıydı. Ah, o yeşil gözleriyle muzır bakışları yok mu! Hep onlar yaktı benim başımı." diye anlatır hep. 

Dedem ise anneannemi sessiz sakin kıyılara benzetirdi hep. "Ona aşık olduğumu gemi hareket etmek üzereyken ilk kez heyecanlanmadığımda, çok önemli bir şeyi o limanda unutmuşum gibi hissettiğimde fark ettim." derdi. 

Evliliklerinin ilk senesinde anneme hamile kalmış anneannem. Denizciliği bırakıp daha sağlam bir iş bulmasını isteyince iki biriciğinin arasında kalmış dedem:

Bir tarafta ilk göz ağrısı, ona bambaşka dünyaların kapılarını açan deniz. Diğer tarafta ise ilk çocuğuna hamile olan karısı, gerçekten demir attığı ilk kıyı.

Anneanneme bolca dil dökmüş. 'Birkaç ay daha gemilerde çalışıp para biriktireyim sonra iş bulurum,' diyerek ikna etmiş sonunda. Öyle olmamış tabii. 

Ben üç yaşlarındayken bile devam ediyordu denizciliğe. Kreşe başladığım sene dedeme hastalık teşhisi kondu. Alzheimer. Her şeyi karıştırmaya, sık sık unutkanlık yaşamaya başladığında seferlere çıkmasının mümkün olmadığına kanaat getirerek zorla emekli ettiler. 

Yine de hiçbir zaman uzak kalamadı denizden. Kendine küçük bir tekne aldı. Denize açılması yasak olduğundan tekne alargadaydı. Kayıkhane evlerine çok yakın olduğundan her gün gidip kolaçan eder, bakımını hiç ihmal etmezdi.

Kayıkhaneye giderken yanına çoğunlukla beni de alırdı, yardımcı kaptan derdi bana. Geri kalan zamanlarda da evin arka odasında ağ ve çapari yapardı. Çalışırken eski müzik setinden Emel Sayınlar, Ajda Pekkanlar yükselirdi. Onlara gittiğimiz bazı hafta sonlarında, dedem iyi hissediyorsa ve anneannem izin verirse birlikte iskeleye inip balık tutardık. Sonra ben gizlice salardım onları. Kovanın boş olduğunu fark edince benim yaptığımı anlasa bile anlamamış gibi yapar, dizine vurup "Tüh, kaçmış balıklar görüyor musun!" derdi.  

Çaparileri sarkıttıktan sonra balıkların gelmesini beklerken kitap okurdu bana. Kitaplar hep maceralarla, denizle ilgili olurdu. En sevdiğimiz kitap ise Moby Dick'ti. Çok kalın olduğundan, biz de yavaş ilerlediğimizden hiçbir zaman sonuna gelememiştik. Fakat oradaki maceralar, insanlar ve beyaz balina çok etkilemişti beni. Maceraperest ruhumu ateşleyen her şeyden çok bu kitap olmuştu.

Yaşıtlarımın aksine masallardaki prenseslere değil, dedemin okuduğu kitaplardaki kahramanlara özenirdim. O yaşlarda büyünce ne olmak istediğimi sorduklarında göğsümü gere gere "Ishmael!" derdim de insanlar şaşkın şaşkın bakarlardı. 

Romanın geçtiği geminin mürettebatlarından biriydi Ishmael. O olmak istiyordum çünkü Kaptan Ahab'la birlikte maceralar yaşıyordu. Kaptan Ahab'a ise özellikle hayrandım. Kötülüğün simgesi olarak gördüğü balinaya karşı yılmadan savaşan, büyük maceralar yaşayan bir kahramandı benim gözümde. Tıpkı dedem gibi... 

Bir keresinde "Sen Moby Dick'i hiç gördün mü dede?" diye sormuştum.

O da bana "Gerçek Moby Dick'le hiç karşılaşmadım ama her Ahab'ın bir Moby Dick'i vardır." demişti. Ben kaşlarımı çatınca da gülümsemiş, "Misinada hareket var, çekelim bakalım." demişti. Başka da tek kelime etmemişti. 

Hastalığı iyice kötüleşince anneannem dışarı çıkmasını tamamen yasakladı. Dayım teknesini alargaya çekti. Ne iskeleye gidebiliyor ne de balık tutabiliyorduk artık. Dedem gittikçe odasına kapanmaya, biz de daha fazla Emel Sayın, Ajda Pekkan dinlemeye başladık. Dedemdeki tek değişiklik bu değildi. Çabuk sinirlenen, her şeyi unutan biri haline gelmeye başlamıştı. Bir an bağırıp çağırıyor, fırtınalar estiriyordu. Sonraki bir an ise sessizleşiyor, büsbütün içine kapanıyordu.  

Yine bir gün -ana sınıfına yeni başladığım zamanlardı- anneannemlerdeydim. Dedemin iyi günlerinden biriydi. Gülümsüyordu, gözleri burada bizimle olduğunu biliyormuş gibi bakıyordu -ki bu artık nadiren olduğu için çok değerliydi. Bir ara anneannem komşuya kadar gitti, beş dakikaya dönerim dedi ama geç kaldı. 

Dedem arka odada ağ yapıyordu, beni yanına çağırdı. Aşırı heyecanlı ve telaşlı bir hali vardı. Yerinde duramıyor gibiydi.

"Ben şimdi iskeleye gidiyorum. Tekneyi suya indireceğim. Moby Dick'i bulmaya gidiyorum!"

Heyecanı bulaşıcıydı sanki. Hemen atıldım. "Dede ben de geleyim seninle."

"Olmaz kara kızım, senin için fazla tehlikeli bir yolculuk. Sen evde kalıp beni bekle. Anneanne de hiçbir şey söyleme, tamam mı?"

Başka bir şey söylemeden paltosunu giyip çıktı. Kapıyı kapatırken gözlerinde yakaladığım bir şey beni ürpertti. Yine ne yaptığını bilmezmiş, kaybolmuş gibi bakıyordu.

Dedemi son görüşüm bu oldu.

Birkaç dakika sonra anneannem geldiğinde dedemin olmadığını görüp nereye gittiğini sordu telaşla.

"Moby Dick'i bulmaya gitti dedem." deyince de yüzünde müthiş telaşlı bir ifade belirdi. Bana karşı komşuya, Halide Teyzelere gitmemi tembihleyip evden ok gibi fırladı. Yarım saat sonra döndüğünde yüzü ağlamaktan kıpkırmızıydı. Halide Teyze hemen sarıldı ona. 

"Vah vah," deyip duruyordu bir yandan da.  

Sonradan öğrendiğim kadarıyla dedem tekneyi suya indirmeyi başarmış ama ayağı çapaya takılınca denize düşmüş. Etraftakiler yardım etmeye çalışmış ama nafile, çıkardıklarında nefes almıyormuş zaten. 

O gün sadece dedemi değil; eşlikçimi, suç ortağımı, koruyucumu ve en iyi arkadaşımı da kaybettim. Ruhumun maceraperest yanı da tam olarak o gün törpülendi sanırım.

Birkaç gün önce anneannemin evindeki eşyaların arasında dedemin eski püskü Moby Dick'ini buldum. Bu defa tek başıma okudum. Sonunda Kaptan Ahab'ın kendi hayatını, tayfasını ve gemisini ezeli düşmanı beyaz balinayı yakalamak uğruna kaybettiğini öğrenince macera yaşama hevesimi büsbütün kaybettim. 

Bir de şunu fark ettim:

Asıl canavar beyaz balina değilmiş. Benim hayranlık duyduğum Kaptan Ahab'mış. Kendininkiyle birlikte bir sürü kişinin hayatını hiçe sayan, zavallı hayvancağızı kendi yaşam alanında rahatsız edip aç gözlülükle öldürmeye çalışan Ahab. 

En nihayetinde dedemin "Her Ahab'ın bir Moby Dick'i vardır." derken neyi kast ettiğini anladım.

Hepimizin düşleri var. Bazen bunları farkında olmadan saplantı haline getiriyoruz. Bir beyaz balina uğruna her şeyimizi feda edebiliyoruz örneğin. O düşün peşinden delice, körlemesine koşmak bize asıl önemli olanı unutturuyor ve sonunda bizi felakete sürüklüyor. 

Hayatı boyunca denizi seven, kıyıya demir atsa da ondan vazgeçemeyen dedemin bana verdiği en önemli derslerden biridir bu.


SON
28.02.2019
İstanbul

Yorumlar

Popüler Yayınlar