Çılgın Kalabalıktan Uzaklaşmak - Kısa Hikaye (Tek Bölümlük)



 

Çılgın Kalabalıktan Uzak’laşmak

Yüzlerce bıkkın ve yorgun insanla birlikte bir metro vagonunun içindeydi genç kadın. Sabahın beşinde kalktığı için uyku mahmuruydu. Gözleri -açık olduğu zamanlarda elbette- kirli zemine sabitleniyor, hayata dair düşünceler hızla akıp gidiyordu zihninden. Varoluşsal bir krizle yüzleştiği söylenebilirdi belki ancak bunun için yeterli zamanı yoktu çünkü durağa varmak üzereydi.

Nitekim birkaç dakika içinde Ünalan’da aktarma yapıp diğer metro hattına geçti. Normalde metroyu severdi. Kendisi dışında da koşuşturan, uyuklayan insanların olduğunu görmek garip bir şekilde tatmin edici gelirdi ona. Ayrıca her zaman tam ihtiyacı olanı veriyordu metro ona; yazın serin, kışınsa sıcaktı. Fakat bu hattı sevmiyordu. Çıplak, taş duvarları içinin klostrofobik bir hisle kaplanmasına neden oluyordu.

Yürüyen merdivenlerden inerken kalabalığın onu yönlendirmesine izin verdi. Bu esnada gözleri yarı yarıya kapalıydı. Şehre geldiği ilk zamanlarda yanlış bir yere gitme korkusuyla gözlerini dört açıp her türlü tabelaya, işarete dikkat kesilirdi oysa. Geçen üç yılda şehir ulaşımındaki altın kuralın kalabalığın peşine takılmak olduğunu kavramıştı. Kalabalıktan ayrılmadığı sürece sorun yoktu çünkü elbet işe yarar bir yere varıyordu. Asıl tehlike kalabalıktan ayrı düşünce ortaya çıkıyordu.

Maltepe-Küçükyalı durağında inip metrodan çıktı. Taksi iş görüşmesinin yapılacağı muazzam binanın önünde durduğunda olumlamalar yaparak kendini sakinleştirmeye çalışıyordu.

İstediğim her şeye sahibim. Bu işe de sahip olabilirim.

Görüşmesi bir saat sürdü. Binadan çıktıktan sonra ne yapacağını düşündü. Asıl isteği eve gidip uyumaktı fakat arkadaşları iş görüşmesinin stresini atmak için Çengelköy’de buluşma ayarlamıştı. Saat on ikiye geliyordu, buluşmaları ise yedi buçuktaydı. Evi buluşacakları yere buradan daha uzak olduğu için gitmesi mümkün değildi ancak burada kalırsa önünde harcaması gereken çok fazla vakit olacaktı.

Kızların bu plan için ne kadar heveslendiğini hatırlayınca düşündüklerinden ötürü kendini suçlu hissetti. Biricik arkadaşları kendisi için bu kadar ince düşünmüşken ne kadar ayıp ediyordu. 

Vakit geçirmek için yakınlardaki bir kafeye gitti. Masaya otururken bilgisayarını getirmediğine hayıflandı. Bilgisayarı yanında olsaydı haftaya teslim etmesi gereken raporu bitirirdi.

Telefonunu çıkardı. İnterneti açar açmaz whatsapp gruplarından mesaj yağmaya başladı. Üniversite grubunda bölümün komik çocuğu Okan biraz uygunsuz bir karikatür atmış, duyar kasan birkaç kişi dışında herkes gülmüştü. Kız grubuna baktığında Duygu’nun bu akşam gelemeyeceğini çünkü sevgilisi Ertan ile yedinci kez barıştığını öğrendi. Duygu’nun gıybetini yapmak için kurulan grupta da kızlar Ertan’ı gömüyordu.

En son Beyza “Duygu’da da suç var ama. Bu ne basiretsizlik.” yazmıştı. 

Kızlar ona hak vermişti ama Beyza’nın gıybetini yapmak için kurulan grupta da Mirel, “Sanki onu bilmiyoruz, aldatan sevgilisini affetti be!” yazmıştı.

Listede aşağı doğru kaydı. Annesinden, akrabalardan gelen güllü dallı Cuma mesajları vardı. Listenin sonuna geldiğinde hayal kırıklığına uğradı. Ondan hiç mesaj yoktu.

Cihan isminin üstüne tıklayarak son mesajlaşmalarına baktı. Dün gece on sularındaydı. Cihan bu sabah toplantısı olduğunu söylemişti. Kendisi de mülakata çağırıldığını söyleyince “Yine mi?” diye burun kıvırmıştı.

Genç kadın bu tavrına başta kızsa da Cihan’ın “Burada çalışmaya devam etmek sana niye yetmiyor? Bu mülakatların sonu yok ki. Boş hayallere kapılıp üzülmeni istemiyorum, hepsi bu.” sözleriyle kalbi yumuşamıştı.

Düş kırıklığını kaldıramadığı için daha baştan düş kurmayanlardandı Cihan. Bu, onun savunma mekanizmasıydı ve onu bu yüzden yargılayamazdı genç kadın.

Sevgilisinin çevrimiçi olduğunu görünce hemen “Tünaydın canım” yazdı. Adam tek kelime etmeden birden çevrimdışı olunca midesine saplanan ağrıyla kalakaldı. Tuşlara davranıp tartışmanın fitilini ateşleyecekken birden durdu.

Sakin olmalıydı.

Adam bu sabah toplantısı olduğunu söylemişti sonuçta. Şimdi kavga çıkarmanın, onun canını sıkmanın anlamı yoktu. Bir keresinde “İşim benim için her şeyden önce gelir.” demişti Cihan. Bir pazarlamacı olarak dünyayı kurtarmakla eşdeğer önemde bir işi olmadığını kabul ediyordu kadın fakat işiyle ilgili sorun çıkarsa adamın ilişkilerini sonlandıracağını da biliyordu. Ve ondan vazgeçmek istemiyordu. İlişkilerini seviyordu. Adamın internetten sipariş ettiği üzerine hiç düşünülmemiş ama epey nazik hediyeleri seviyordu.  İnsanların onlara gıptayla bakmasına ise bayılıyordu.

Ayrıca şehir; öptüğünde prense dönüşmeyen hatta sizi kendi bataklığına sürükleyen kurbağalarla doluydu. Bekarların dünyasına, o berbat bataklığa tekrar dönmek istemiyordu. Yirmi sekizinin sonlarındaydı, Cihan’la bir yıldır beraberlerdi. Şehir hayatında bu, kırsaldaki bir çiftin on yıllık evliliğine denk geliyordu.

Beyza -kendisini aldatan sevgilisini affeden Beyza- bir keresinde şöyle demişti:

“Çok şanslısın. İlişkiniz bir yıl altı ay daha sürerse muhakkak evlenirsiniz.”

Ya evlenecek ya da malulen emekli olacaklardı. 

Arkadaşı sözlerini heyecanla sürdürmüştü. “Belki aynı anda evleniriz. Gerçi benimkini affedip affetmeyeceğime karar vermedim henüz, biliyorsun.”

Genç kadın, Beyza’yı sıklıkla sonunu herkesin kolaylıkla kestirdiği bir filme benzetirdi. Hani şu şarkıda olduğu gibi: Bitince sürpriz var diyenler, filmi hiç izlemeyenler.

Kahvesini bitirdiğinde saatin neredeyse üç olduğunu görünce hem şaşırdı hem sevindi. İnternet zaman makinesinin ta kendisiydi gerçekten.

Kalan birkaç saati Çengelköy’de geçirmeye karar verdi. Kızları orada bekleyebilirdi. Trafiği hesaba katarsa yol da vakit alacaktı hem. Erken geldim derken geç bile kalabilirdi. Burası İstanbul’du sonuçta, belli olmazdı.

Hesabı ödeyip kalktı. Marmaray ile Üsküdar’a geçti önce. Oradan da otobüsle Çengelköy’e… Şansına yol hiç olmadığı kadar boştu ve çok kısa sürdü. Arkadaşlarına nerede olduklarını soran toplu bir mesaj gönderdi. Biri trafiğe takılmıştı, diğerini sevgilisi arabayla bırakacaktı. Diğer ikisi metroya yeni geçmişti. Yol perisi sadece onun yüzüne gülmüştü anlaşılan.

Önünde hala birkaç saat olduğunu fark edince buralarda sevdiği bir yere gidip biraz da orada vakit geçirmeye karar verdi. Kutu gibi küçük, tıka basa dolu bir dükkandı burası. Zengin bir çay çeşidi yelpazesine sahipti. Çayınızı koklayarak seçiyordunuz üstelik.

Çay yine son derece lezzetliydi. Dört aydır yanında dolaştırdığı Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabını çıkardı. Güzel bir fotoğraf çekti, filtreledi ve ‘Muhteşem bir öğleden sonra’ notuyla hikayesinde paylaştı.

Gözü ekranın sol köşesine takıldığında şarjının yüzde beş olduğunu gördü. Şarj aleti çantasında değildi, muhtemelen evde unutmuştu. Dükkandakilere sordu ama hiçbirinin şarjı telefonuyla uyumlu değildi.

Telefonunu bir kenara bırakıp vakit geçirmek, biraz da yatışmak için dikkatini kitaba vermeye çalıştı ama mücadeleyle geçen birkaç dakikanın ardından bu kitabın hiç de ona göre olmadığını kabul etmek zorunda kaldı. Betimlemelerin çoğunu anlayamıyor, bir türlü kitabın içine giremiyordu.

Galiba bu kitabı okumak için taşımıyormuşum yanımda diye düşündü.

Çayını bitirdikten sonra orada daha fazla oturmanın saçma olacağını düşünerek dışarı çıktı. Yaptığı şeyden neredeyse anında pişman oldu. Başka bir yere oturursa bir şeyler sipariş etmesi gerekecekti ama akşam yemeğine az kaldığından midesini doldurmak istemiyordu. Ayrıca akşam gidecekleri yer biraz pahalıydı, bütçesini ona göre ayarlamıştı. Fazladan para harcayamazdı.

Kızların her an gelebileceği düşüncesinde teselli bulmaya çalışarak telefonunu düşük güç moduna aldı. İnternetini kapatıp ekran ışığını iyice kıstı. Hava karardıkça epey soğumaya başlamıştı, o yüzden trençkotunun önünü kapatıp kemerini bağladı. Sonra da hem yapacak bir iş olsun hem de ısınsın diye yürümeye başladı.

Yarım saat sonra bu iş tam anlamıyla hayatta kalma mücadelesine dönüşmüştü. Telefonu olmadığı için dış dünyayla iletişimi kesilmiş gibi hissediyordu. Önceden kalabalığın içinde olmayı severdi, kendini güvende hissederdi fakat şimdi, tanımadığı bu insanların arasında kendini yapayalnız hissediyordu. Metro hattının duvarları gibi çıplak ve savunmasız hissediyordu.

Şık görünmek için giydiği trençkot bu havaya göre ince kaldığı için üşümeye de başlamıştı. Duraklar arasında bir ileri bir geri yürüyor, otobüs bekliyormuş gibi yapıyordu. Herkes gittiğinde dikkat çekmemek için diğer durağa dönüyor, oradaki kalabalığa katılıyor, sonunda yine yalnız kalıyordu.

En sonunda bitap düşünce durmadan konuşan, bir yerlere yetişmek için koşuşturan insan selinin arasından sıyrılarak deniz kenarındaki banklardan birine oturdu. İlk defa gerçekten yalnız hissetti. Bu defaki kocaman bir çılgınlar topluluğunun ortasında hissettiği gibi bir ıssızlık değildi. Aksine kendiyle baş başa kaldığı rahatlatıcı bir yalnızlıktı bu. Uzun zaman sonra ilk defa insanları takip etmemiş, bir yerlere sürüklenmemişti. Farklı bir yöne, kendi istediği yöne gitmişti.

Yanına bir köpek gelip başını kucağına koyduğunda dalgınca okşadı tüylerini. Gün boyunca biriyle ilk kez gerçek bir iletişim kurduğunu hissediyordu. Bu esnada göğsündeki ağırlık giderek yükseldi ve yanaklarından aşağı gözyaşları olarak akmaya başladı.

Telefonu çalınca düşüncelerinden sıyrıldı. Ekrandaki isme boş boş baktı bir süre. Telefonun öylece çalmasına, kapanmasına ve ekranın kararmasına izin verdi. En sonunda huzurlu sessizliğine geri döndü. Uzun zamandır ilk defa sadece o vardı. Çılgın kalabalıktan uzakta, tek başına…


SON
13.09.2019

 

Yorumlar

Popüler Yayınlar